“Tabi ki”
Duvardaki saatten gözümü ayırmadan yaklaşık olarak üç saat geçirmiştim. Benim için odada bir saat olması bile yeterince sinir bozucuydu. Normalde yataktan bir hışımla kalkıp saatin pillerini camdan aşağı fırlatmam gerekirdi ama onun yerine üç saat boyunca zamanı gözlerime hapsetmeyi seçtim. Çünkü gece, normal bir gece değildi. Kaldığım oda sıcak değil, yattığım yatak benim değildi.
~
Gözümü açtığım andan bu yana 15 dakika geçmişti. Ben yine odanın ucra köşesindeki duvar saatine takılmıştım. Gerçekten de odanın rengiyle müthiş bir uyum içindeydi ve insanı çileden çıkartacak bir düzenle tik-taklıyordu. Kalkıp duvardan söküp almaya yeltenecektim ki, beni yattığım yere bağlayan mecburiyetlere tosladı isyanım. Zar zor nefes alıyordum. Gözümü saatten ayırıp kolumdaki seruma çevirdiğimde de yattığım yatağın, bulunduğum odanın düzeni anlamlanmış oldu. Yine mi kötüleşmiştim. Bu yolun çıkmazına ne zaman girecektim.
Ihlamur kokusunun bu odada ne işi vardı. Benim için tüm hastalıkların ilacı annemin evi kokusuyla doldurduğu ıhlamuruydu belki de. Sahi annemin kucağına yatıp saçlarımı okşattığım çocukluğuma dönemez miydik. Benim lügatımda, bir hastane odasındaki yalnızlığa denk düşecek kelime yoktu. İnsanın en kötü saplantısının kendisi olduğuna ikna olmuştum. Bununla birlikte kendimi terk edip gidemiyor oluşum fazlasıyla kızdırmıştı beni. Elimde olsa iç organlarımın aksayan yönlerini burada bırakıp giderdim. Kendimden uzak bir yere.
Kafamda gitmenin-kalmanın tartışmasını verirken kapı açıldı. İçeri giren doktor görüş alanıma ulaştığında bana, aynı benim “her şey çok harika gidiyormuş gibi davranalım” gülüşümden, bir gülüş taktı suratına. Konuşmaya başladı. Sesi hep aynı tonda. O an bunun hastane çalışanlarına özel bir yetenek olduğunu düşündüm. Daha önce duymadığım bir şey olmadığına güvenerek dinlemeyi bırakıp, yüzünü incelemeye başladım. Mimiklerinden, burada takındığı iyimser halinin dışında nasıl bir insan olduğunu çözmeye çalışıyordum. Hatta bu tek eğlencem olmuştu birden. Çünkü bir an önce üzerimden çıkarttıkları kıyafetlerime kavuşup buradan gitmek istiyordum ama pek mümkün olmayacak gibi görünüyordu. Doktor onu dinlemediğimi fark etmiş olacak ki, yüzündeki gülümseme donuklaşıp soldu.
“bir ihtiyacın olursa elinin altındaki kırmızı tuşa basarsın” dedi ve gitti.
Kimseye ihtiyacım yoktu. Olsa bile bunu asla kabullenmeyecektim. Sırtıma yüklediğim tonlarca ağırlığın altından sağsağlim çıkabileceğimi kanıtlamaya çalışıyordum. Böyle yetiştirilmiştim. Ağlamanın yasak olduğu bir evde büyümüş, dizimdeki yaralara bakıp cesur olmayı öğrenmiştim. Eski bir binanın merdivenlerinde otururken, adını unuttuğum ancak ellerini unutmadığım bir adamın bana söylediği kelimeler birleşti kafamda. “yoluna barikatlar kursam da tutamayacağım seni.” Belki biraz daha zorlasaydım kendimi, saflığına inanabilirdim.
Kimbilir ne kadar zaman geçmişti. Uyuyakalmıştım. Rüyamda ise, tutamadığım sözler üzerine, af diliyordum. Ona bir mektup yazıyor ama gönderemiyordum. Adresi de unuttuğum tüm isimlerle birlikte ötelemiştim aklımdan. Belki de hiç adres sormamıştım. Terk etmeye benden de önce başlamıştı o. Benim yapamadığımı yapmış, kendisini bile burada bırakıp gitmişti. Tek pişmanlığım olarak, rüyama girmesine alışmıştım. Veda edememiştim. Havada koca bir kahkaha bırakmış, kollarını açıp eteklerini savurarak kendi etrafında dönmeye başlamıştı. Mutlu olduğuna emindim. Bu da beni, onunla savaşmaya değil, barışmaya iteliyordu. Bir dost yükünü de böylece sırtımdaki ağırlığa ekliyordum.
Uyandığımda nefes alamadım. Tüm vücudum kasıldı, panik yaptım. Kırmızı düğmeye abanmış olacağım ki bir hemşire hızlı adımlarla içeri girdi. Suratımdaki panik, onun suratına yerleşti birden. Kendime gelip gülümsedim. Her şey harika gitmiyor muydu? Ricamı yerine getireceğine emindim.
“kusura bakmayın, duvardaki saati bu odadan çıkartabilir misiniz?”
Kadın şaşkın bir ifadeyle yüzüme bakar oldu önce. Sonra bir acıma yerleşti ifadesine, ardından da şefkat. Hepsinden nefret ettim. Yalnızlığımdan da, kendimden de nefret ettim.
“tabi ki”
Yorumlar
Yorum Gönder