Kayıtlar

Kasım, 2020 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Beş yüz otuz dokuz

  İnsan hayatının belli dönemlerinde cenin pozisyonunda annesinin karnında yaşamak isteyebilir elbette. Öncelerinde acılarımız elimizde taşıdığımız bir poşetken şimdilerde sırtımızda bir kambur oldu. Bunun bir çok sebebi var tabi ki ama sanırım en baskın olanı yalnızlık. Hani böyle ben şimdi kime ne anlatayım dediğiniz bir zaman diliminde kendinize bile susmayı öğreniyorsanız, geçmiş olsun. Sizin yıkılmaz sandığınız kalelerinize deniz yükselmiş. Şimdi yavaşça elinizde ki kazma küreği bırakıp ağlayarak annenizin kucağına gidebilirsiniz. Benim yalnızlığım, ben şimdi ne yapacağım dediğim yerde, onu başkasının yanında düşününce başladı. İnsan geç de olsa, yapabileceği hiç bir şey olmadığını anlıyor ve diyor ki, eyvah!  Ne zaman duygusal acınız, fiziksel acınızı yerle bir edecek kadar kuvvetli olduysa o zaman dünyanın bütün ağrı kesicileri sizin için içi boş bir kapsül haline geliyor. Ama yine de insan, o acının üstüne gitmekten vazgeçmiyor. Çünkü mantık hislere yenilir. Benim ki tam beş yü

Yük^

  00.23  İnsan altından kalkamadığı ağırlıkları yürüyerek atmaya çalışırmış. Annem böyle söylemişti. Ben artık ezildim kızım ama sen hazır ayakların tutuyorken yürüyebildiğin kadar yürü demişti. O yüzden çok zamansız, ne zaman kendimi duvarlar üstüme geliyorken tuvalete kilitlemek istesem, kendimi dışarı atacak yollar deniyorum. Hava soğukmuş, gece yarısıymış hepsi bir detay oluyor gözümde. Ezilmekten korktuğum için yürümeyi yeğliyorum.  İnsan bazen banyo fayansına annesiyle karşılıklı oturup bütün sancılarını da anlatmak istiyor üstelik. Ama biliyor, anlatmak faydasız. Bak benim içim yanıyor anne, bu da çakmak, şimdi birazda seninki yansın denmiyor işte.  Yirmi altı yaşımda, çocukluğumda binmediğim kadar çok salıncağa bindim. Bir parkta oturup saatlerce, sandım ki (genelde çok şey sanarım) burdan çok şeyi hallederek kalkarım.  Yük yürüdükçe atılıyormuş, çocukluğuna dönünce değil.  Hiç konuşmadan ama, kalbimde ki o koca taşı hissederek benimle bu salonda saatlerce oturduğun için diyoru

Üçyüzyirmisekiz

 İnsan bir sona kendini nasıl hazırlar? Ve insan o sondan nasıl kaçar?  Yaklaşık üç yüz yirmi sekiz gündür aklımın aldığı, kalbimin kabul edemediği bir sonla mücadele etmeye çalışıyorum.  Öyle ki, bir insan kendi olmaktan ne kadar çıkabilirse o kadar çıktım.  Ama diğer yanda aşkın büyüsü dedikleri tam olarak böyle bir şeymiş.  Kalbimin aklıma hükmedişini izlerken günlerdir, sayısız da kayıp verdim üstelik.  Birini çok sevip, aynı oranda sevilince başlıyormuş meğer bütün hikaye.  Bu yüzden demişti sanırım Ataol Behramoğlu; Aşk iki kişiliktir diye.  Sonsuz bir girdabın içinde, kendimi hep aynı şeyleri yaşarken buluyorum. İşe gir, çalış, para kazan, arkadaşlarınla dışarı çık, birileriyle tanış, eve dön, yemek yap, birilerini terk et, birilerini sev, sonra onlar senin terk etsin, sonra tekrar aynı heyecanla yeni bir güne uyan ve tekrar aynı şeyler derken hikayenin sonunda hepsini kaybet, depresyona gir, üzül, ağla, yalnız kal, hasta ol, tedaviye başla, iyileş, tekrar işe gir, tekrar para k

Yoktun.

Sana bir şeyler anlattım, yoktun. bir şeyler duydum senden değil. sormak istedim, yok. hasta oldum yalnız iyileştim. kavgaya girdim bütün darbeleri göğsüme aldım, yenilgimi paylaşmadın. kilometrelerce yürüdüm bir adıma eşlik etmedin. ayaklarımı aynı taşlara defalarca taktım hiçbirine yetişemedin. hep asfaltta soyuldu burnum çocukluğuma benzedim. çocukluğumda yoktun. kırgındım, yoktun. sana kırgındım, yok. yaralarla geldim ellerin cebindeydi senin. bana dokun dedim kulakların başka sesteydi. beni gör dedim hep uykudaydın. en kötü kabustan uyanıp kendime içirdim bardaklarca suyu. saçlarımı hep sola doğru hep sağ elimle taradım. sen yoktun. bir süre karnımda ağrılar tanıdım. dört kilo eksik çıktım tartıda sanırım sen doğdun. *bir hafta dudaklarım titredi. bir hafta yoksunluk. her şeye yeniden başlamayı öğrendim, yataktan bacaklarını sarkıt, öne gel, yere bas, ayağa kalk, banyoya git, banyoda kal, banyoda kal, sular, sular, sular. çok soğuktu yoktun. yüzüm rüzgardan kızarmıştı yoktun. elle

&

Bana böyle yapma. Sen de kalbini orada bırakma. O kapının üstüne art arda kilit vurma, yakma o bahçeyi. Beni kovma bu evden. İçindeki pencereyi aç, çiçeklerini sula. Canım, bu günler de geçer. Bu aylar, bu mevsimler, her şey. Bugün seni bekledim. Sana büyüttüğüm ilk çiçekten, yetiştirdiğim ilk meyveden, kollarımın ağrısından, dizlerimin yarasından bahsedecektim. Eğer iki insan birbirini çok severse bir şekilde denk düşermiş. Sandım ki denk düşeriz. Sandım ki gelirsin. Yok olmadı bu sefer. Bu sefer gelmedin. Çok umurumdaydı sanki yanıma gelmen. Beni bulman, ellerimi tutman, başımı dizine koyman... Hepsi sanki çok umurumdaydı. Ben istedim ki hep bana dönsün yüzün. Hep bende ol, hep benim elimi tut. Sen orada başkasının elinden tutmuşsun, şimdi gelmiş elini bırakmadım diye bana dert yanıyorsun. Bak bu senin ilk yanılgın, ilk düşüşün, ilk hayal kırıklığın. Hepsi geçiyor. Sen de aynadakine bakarken tekrar et hepsi geçiyor. Şimdi o yaranı sen sar. O saçlarını kendin okşa. Ben artık dönüp dol

7-

 Seni birinin yerine koyar gibi sevdim. Seni kendi yerinde değil. Seni canını bana verdiğin için sevdim. Seni kendin olduğun için değil. Seni dünyaya karşı tek başına, bana karşı bir dünya olduğun için sevdim. Seni kahkahan, gamzelerin için değil. Bu sakal kesimi bana yakışıyor mu sence, dedin. Yüzünü okşadım. Benim için önemsizdi, senin için önemliydi. Seni bütün gün çok kötü planlar yaparken bana karşı masum bir çocuk olabildiğin için sevdim. Oyunu ben başlatmadım, sen beni oyuna aldın. Seni oyunda bana yer açtığın için sevdim, benimle oyun oynadığın için değil. Kafam karışık, ama sen varsın, dedin. Bana aşıksın, dedim. Bana olan aşkın güzeldi. Seni sevmem için yeterliydi. Tehlikeliydi ama önemsizdi. Evime geldin. Bu komodin oraya hiç yakışmıyor ama senin evin, dedin. Ama benim evim. Hikaye bitti. Çok sonra bir fotoğrafımı gösterdin. Komodin eski yerine dönmüş, dedin. Gülücük atmıştın. Kırgın olduğunu anladım. Açıklama yapmak istedim. Öyle değil, unutabilmek için. Bir şey demedim. Ev

-1-

 Omzuna aldığın o yük senin sanrılarınmış. Sevmiş, sevilmiş, özlemiş, gelmiş, gitmek istememiş... Hepsi birer sanrıymış. Bugün saatlerce sokak lambalarını izledim. İnsan dolu olunca sadece izliyormuş. İçimizde kopan fırtınalar yüzümüze hiç yansımıyormuş, aynada kendimle göz göze gelince anladım. Sonra ağladım. İnsanın kendine yabancılaşması, kendini bulamaması, kendisiyle konuşamaması, içini açamaması felaketmiş. Olsun. Ben bütün bu felaketleri gülümseyerek karşıladım. Sonra uzaklara daldım. Çok düşününce başımız ağrırmış. Başım ağrıdı. Gözlerim doldu, ellerim terledi, kollarım üşüdü. Önemi yok. Sen orada mutluyken ben de burada biraz tebessüm ettim. Sen yokken çok şey oldu hepsini aklıma mıh gibi kazıdım.  Unutmamak için her gün parmağıma bir işaret yaptım kalemden. Çünkü sen böyle yapardın.  Üç gündür aklımda hep o yeşil pijamalı halin. Hani yırtılana kadar giydiğin, onu bile benden daha çok sevdiğini düşündüğüm. Binbir bahaneyle sana yenisini aldığımda paketini bile açmayıp, giymeye